“Kaygılı bir doğayı üstlenmiştir Berfe’nin şiiri, kaygılı ve çarpıntılı. Tarihin, toplumsal çekişmenin, insan tutkularının seyircisi, aynası ve kurbanı olan bir doğa. (…) Sorularla gelen bir doğa Berfe’ninki. Ama yine de doğa, çünkü dönüyor, kayıplar vermiş bile olsa başladığı yere bir kere daha geliyor.”
Orhan Koçak(1)
Dünya, hareketli hareketsiz canlıları hatta taşı, toprağıyla, suyuyla kaotik bir bütündür. Dünyayı bu temelde ele almak ve değerlendirmek gerekir ama dünya, baştan beri insan temelli dönmektedir. Aynı temel kültür/sanat/edebiyatta da karşılık bulmuştur. Bu yüzden de dünya ya da yeryüzü dediğimiz düzlemde insandan beri (insanın önce kendini sonra, toprağı ve insan olmayan canlıları evcilleştirmesiyle ve ilk çiti çekmesiyle birlikte) özgürce birlikte yaşama hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Bunun şiiri de tekten örnekler dışında pek yazılmamıştır.
Süreyya Berfe, başlangıçta birlikte Halkın Dostları dergisini çıkardıkları İsmet Özel, Ataol Behramoğlu ve Özkan Mert gibi şairlerle memleketçi, yurtsever ve anti-emperyalist ama enternasyonalist özellikleri de olan sosyalist gerçekçi şiir içinde değerlendirebilecek bir şiir yazdı. Bu birlikte olmanın baştan sorunlu olduğunu anlayınca da dergiden ayrıldı ve şiiri daha bireysel düzeyde seyrederken baştaki toplumsal ve politik özelliklerinden büyük ölçüde kurtuldu. Yaşadığı şehirleri geride bırakan şair, yabanın ve onun şehirdeki karşılıklarının “kaygılı”, “huzursuz” ve o temelde sorular soran şiirini yazmaya yöneldi.
Kuşkusuz buradaki kaygı ve huzursuzluğun kaynağı, insan canlısından başkası değildir. İnsan canlısının artık durdurulamayan egemenliği ve iktidar biçimleri bunun doğurduğu ve eylediği kıyım ve soykırımlar karşısında ortaya konulmaya çalışılan tavır ve tutumdur. Böylelikle Süreyya Berfe şehirden her anlamda uzakta ve karşıt bir noktada dururken şiiri de her geçen gün daha fazla ekopoetik özellikler kazanır ama bunun bildik anlamıyla ekopoetik bir şiir olduğu da pek iddia edilemez. İnsanın kapitalizmin her anlamda aracı haline getirdiği teknoloji üstünden yapıp ettiklerinin ağır sonuçları kaynaklı bu kaygı ve huzursuzluk tamamıyla insanmerkezliliği reddeden bir yapı içinde hiçbir zaman olmamıştır. Buna rağmen Süreyya Berfe’nin şiirini özellikle son dönem yazdıklarına bakarak kendinin bu konuda yazıp söylediği, iddia ettiği pek bir şey olmasa da ekopoetik şiir içinde en azından onun tartışmalı/sorunlu bir parçası olarak kabul etmek mümkün görünüyor.
Süreyya Berfe’nin (27 Ocak 1943, İstanbul- 9 Ocak 2024, Urla/İzmir) şiiri, kaba hatlarıyla iki bölümde incelenebilir. Birinci bölümü ‘Gün ola…’ (1969), ‘Savrulan’ (1971), ‘Hayat ile Şiir’ (1980) ikinci bölümü ise ‘Sen, Basmasın’ (1985), ‘Şiir Çalışmaları’ (1991), ‘Ruhumun’ (1998), ‘Nâbiga'(2) (2001), ‘Seni Seviyorum’ (2002), ‘Foklar Söyledi Ben Yazdım’ (2005), ‘Çıkrık’ (2008), ‘Seferis ile Üvez’ (2010), ‘Her Gölge Titrer’ (2015), ‘Yavaş Yavaş Bilemiyorum’ (2022) adlı kitapları oluşturur. Son dönem kitaplarından olan ‘Foklar Söyledi Ben Yazdım’, ‘Çıkrık’, ‘Seferis ile Üvez’, ‘Her Gölge Titrer’, ‘Yavaş Yavaş Bilemiyorum’u ise dönem içinde başka bir kırılma ya da gelişme olarak değerlendirmek mümkündür.
‘ŞİİR DEĞİL ŞİİR ÇALIŞMALARI’
İlk dönemi oluşturan şiirler onu 1960’larda yazılan şiir içinde tutmamıza imkan verirken bir uçtan da İkinci Yeni şiiri ile arasında yakınlıklar, etkiler bulmamızı da sağlar. Hatta bu noktada herhangi bir eğilime tam anlamıyla bağlanmaktan da pek söz edilemez. Kaldı ki bir zaman sonra Süreyya Berfe yazdıklarının şiir değil şiir çalışmaları olduğu iddiasında da bulunacak, yazdıklarını şiir olarak kabul etmeyecektir.
Bu baştan beri son derece politik hem memleketçi, yurtsever hem de enternasyonalist özellikleri öne çıkan Anadolulu bir şiirdir. Buradaki enternasyonalizme de “Anadolu Enternasyonalizmi” denebilir. Aslına bakılırsa altmışların ve yetmişlerin sol açısından en önemli, öne çıkan özelliği de bu memleketin dahil edildiği anti-emperyalizm (Sol bizde çoğunlukla anti-emperyalizm olarak ortaya çıkmış bu durum onun etnik hareketlere/etnisitiye yani başka halklara, ahalilere dönük karşılığının ve ihtiyatının da düşünsel arkaplanını oluşturmuştur.) kadar enternasyonalizmdir. Aslına bakılırsa bu enternasyonalizm seksenlere kadar hem politik olan hem de şiir üzerinde etkili olmuş sonrasında kırılmaya uğramış ve gerilemiştir.
Bu tabii bildik anlamda bir memleketçiliğe fazlasıyla uzaktır. Burada memleketi belirleyen ve şiir konusu eden toplumsal ve politik mücadeledir ve bu mücadele de dünyada süren mücadelelere eklenir, bağlanır. İkinci Yeni’yi ayrı bir yere koyarak belirtirsek aynı dönemde kuşakdaşları İsmet Özel, Ataol Behramoğlu ve Özkan Mert’in yazdıkları şiir de benzer enternasyonalist özellikler gösterir. Enternasyonalisttir ve faşizme karşıdır. Ama Süreyya Berfe gibi örneklere bakarak memleketi temel aldığı ve memleketi politik mücadelenin mekanı olarak benimsediği de bir gerçektir.(3)
ŞEHRİN DIŞI VE ŞEHİR
Ne var ki memleket izleği burada şehrin çok uzağında ve şehre tamamıyla karşıdır hatta şehrin daha çok dışına ve etrafına ilişkin bir durumdur. Orhan Koçak bunu şöyle açıklıyor: “Ama Türkiye Milli Talebe Federasyonu ödülünü almasını sağlayan ilk şiirinin adı ve konusu da ‘Kasaba’dır, daha sonraki ‘yazı’ şiirlerinde de hep bu kızgınlığın konusu olarak belirir büyük şehir. Sahteciliğin kaynağıdır. Son ‘Şiir Çalışmaları’nda ise şehrin en tenha anlarını, kıra benzediği anları yoklar.”(4) Bu noktada şehrin dışı, sahici olanı ima ederken, şehir, her anlamda sorundur ve bütün sorunların kaynağıdır.
Süreyya Berfe süreç içinde şehirden tamamıyla uzaklaşmamıştır ama onun yakınında uzağında duran kasabalarda yabana yakın bir hayatı yaşamayı tercih etmiştir. Buysa onun şehirle arasına bir uzaklık koymasına yetmiştir. Bu küçük şehir ve kasabalar onun insanın tam anlamıyla merkezi temsil etmediği ama yine de sorun olduğu bir dünyada yaşamasını ve insan olmayan canlılarla hayat temelli bir ilişki yaşamasını sağlamıştır.
SÜREYYA BERFE’NİN DÜZYAZIYA YAKIN ŞİİRİ
Süreyya Berfe’nin ilk dönem şiirleri düzyazıya oldukça yakındır. Dize yerine geçmiş cümlelerden oluştuğu için de düzyazı şiiri kategorisinde pek değerlendirilemez. Orhan Koçak’a göre Süreyya Berfe “60 sonrasının sosyalist şairleri arasında, eski tarz bir lirizme en şiddetli itirazları yönelten ve düzyazı öğelerini (demek, şehir söylemini) kullanmaya en yatkın olanıdır.”(5) Yazılan şiiri düzyazıya yakın tutan olgulardan birisi ürettiği politizm ise ikincisi şairlerin dizeciliğidir. Neredeyse her biri birer cümle sayılabilecek şiirsel ya da değil kimi zaman şiirden bağımsızlaşabilen dizeler şiiri oluşturur. Bu dizeciliği Süreya Berfe kadar özellikle dönem şairleri İsmet Özel, Ataol Behramoğlu ve Özkan Mert’te de görürüz. Bunun modern şiir kaynaklı bir etkilenmenin sonucu olduğu söylenebilir. Ki bu etkiye yetmişli şairler içinde özellikle Seyyit Nezir’de de rastlarız. Bu dediğimiz Süreyya Berfe, Özkan Mert, Seyyit Nezir gibi şairlerde çoğunlukla şiirselliği gerileten, doğal olarak düzyazıya daha da yakınlaşan, dizeleri birer cümle olarak değerlendirebileceğimiz özellikler de gösterir.
BERFE’NİN HAYATINDAKİ VE ŞİİRİNDEKİ KIRILMA
Süreyya Berfe’nin hayatındaki ve şiirindeki kırılmayı oluşturan asıl şey bir dönem öğretmenlik yaptığı Anadolu’nun kasaba ve köylerdir. Şair belki bir şans olarak öğretmenliği çok önceleri Sivas’a bağlı olan daha sonra Kayseri’ye ve Bünyan ilçesine bağlanan şimdilerde Sarıoğlan’a bağlı Karaözü gibi özgün köylerinden biri olan Gömürgen’dir.(6) Seksenlerin sonunda köyün bağlı olduğu Akkışla nahiyesi ilçe Gömürgen ise kasaba büyükşehir yasası ile de en sonunda mahalle olmuştur.
Süreyya Berfe, köy özelliği gösteren kasabada kaldığı dönem içinde özellikle köyün ve etrafının kadınlarını dinlemiş, ağıtlar derlemiş, daha sonra da bunları radyo programlarında yayımlamıştır. Süreyya Berfe çoğu yazıp söylediğinde de bir dönem yaşadığı köyün onda oluşturduğunu ve değiştirdiklerini belirtme ve altını çizme ihtiyacı hep duymuştur. Bunlara zaman içinde başka kasabalara, köylere ve yabana dönük ilgi yoğun olarak eklenmiştir.
İstanbul’dan ve daha başka şehirlerden sonra kasaba, köy ve oralarda yaşanan hayat onun kıra yani yabana dönük ilgisini çoğaltırken şehre dönük itirazını ve eleştirisini de daha belirgin hale getirmiştir. Bu daha ileride yabanla ve onun düzenlenmiş haliyle daha fazla ilişki kurmasının hatta bu durumu şiirinde başat öğe haline getirmesinin de imkânı olmuştur. Bunun bir sonucu olarak İstanbul’u bırakıp önce İzmir-Foça’da, en sonunda da Urla’da yaşamayı tercih etmiş ve ölünceye kadar süren uzun bir zamanı da bu iki ilçede geçirmiştir.
GÖMÜRGEN
İşin felsefi boyutu bir yana, bu dönüşüm ve gitmeyi asıl oluşturan ya da onu buna kışkırtan bir süre yaşamış olduğu Gömürgen köyüdür. Gömürgen ahalisi bugün kendilerini nasıl tanımladıkları ayrı bir tartışma konusu olsa da hayvancılıkla (Daha çok göçer koyunculuk yaparlar baharla birlikte Kayseri ve Yozgat havalisinde Gömeç ve Himmetdede gibi köylerin etrafındaki dağların yamaçlarında ve ovada çadırlarda yaşarlar ve kış gelinceye kadar sürekli yer değiştirirler, kışın da köye geri dönerler.) uğraşan, çiftçilik yapılacak arazinin az olduğu Alevilikten de etkiler alan Türkmenler’in oluşturduğu bir köydür.
Gömürgen’in etrafındaki köyler ve kasabalar da (Ortaköy, Akkışla, Alevkışla, Çiftlik…) Türkmen ve Avşar ağırlıklıdır. Okuma oranının oldukça yüksek olduğu köy, baştan beri sola eğilimli olduğundan kasaba olduğu dönemde CHP’li belediyeler tarafından yöneltilmiştir. O yıllarda belediye başkanlığını da Erzurum Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okumuş ve 12 Eylül’de yargılanmış, köyün kültürünü yaşatmak için Kayseri’de dernek kurmuş ve bölgede efsane haline gelmiş Selahattin Baydan (1954-) yapmıştır.(7)
Anadolu’nun köylük yerlerinin hepsi tabii benzer özellikte değildir. Hatta çoğunun muhafazakâr ve gerici özellikler gösterdiği, ötekine karşı mesafeli hatta düşman olduğu söylenebilir. Özellikle Süreyya Berfe’nin öğretmenlik yaptığı Kayseri’ye ve köylerine bakarak belirtirsek il geneline Develi, Felahiye, Sarıoğlan, Tomarza, Pınarbaşı ve Sarız gibi ilçelere dağıtılmış/dağılmış ya da oralara yerleşmiş/yerleştirilmiş Türk ve Kürt Alevilerin, Çerkeslerin, Balkan göçmenlerinin, Doğu ve Güneydoğu ahalilerinin oluşturduğu az sayıdaki mezra, mahalle, köy ve kasabaları bunun dışında tutmak gerekir. Süreyya Berfe’nin öğretmenlik yaptığı Gömürgen kasabası da bunlardan biridir.
Gömürgen’in bu özgünlüğü ve birlikte yaşama kültürü İstanbul’dan, Çanakkale’den sonra hem hayat hem de onun kadar yabanla birlikte yaşama konusunda Süreyya Berfe’yi fazlasıyla etkileyen bir örnek olmuş ve bu yazıp söylediklerini neredeyse kalıcı olarak etkilemiş hatta belirlemiştir. Bu dediğimiz bir zaman sonra insanı dışta tutmasa da yabana, onun evcilleşmiş hallerine ve biçimlerine yönelik ilgi ve merakın ve onların tarafına geçmenin, en azından bunu duyurmanın, bu konuda esaslı sorular sormasının, yanıtlar aramasının şiirini belirlemesinin de asıl nedeni olmuştur.
Bunun yazdığı şiirde çok tepkisel ve tam bir aşırılıkla olarak ortaya çıktığı söylenemez. Bu hatları keskince belirtilmiş ve belirlenmiş bir itiraz da değildir. Onun ortaya koymaya çalıştığı gidişat karşısında hoşnutsuzluk ve kaygı olarak anlanmaya fazlasıyla açıktır. Söz konusu hoşnutsuzluk zaman içinde yabana dönük bir huzursuzluğa ve kaygıya dönüşmüşse de orda olmak şairi fazlasıyla da mutlu etmiştir.
SÜREYYE BERFE’NİN ŞİİRİNİN İKİNCİ DÖNEMİ
Süreyya Berfe’nin şiirinin ikinci dönemi geçmişi hatırlanması ve hatırda tutulması gereken bir zaman olarak değerlendirmemizi sağlamasına rağmen doğrudan yaşanan hayatla ve bugünle, şimdiyle ilgili olma gibi bir özelliğe ilk şiirden son şiire kadar sahip olmuştur. Bu köy ve kasabalarda yaşanan bir hayattır ve canlıların bütün boyutlarıyla ve düzeyleriyle birlikte yaşadığı, en azından böyle bir görüntünün ve intibaının oluştuğu hayattan başka bir şey değildir.
Kuşkusuz insan ve onun en şehvetli duygularından aşk neredeyse dönem boyunca tam bir kişisellikle öncelenmiş olsa da açılan her kapı, her pencere dünyaya çıkar. Bu noktada şair ister İstanbul’da isterse İzmir-Urla’da yaşıyor olsun şehir ve kasabalar kendini bütün canlılara, yabanın kaotik ve düzenli haline az çok açmıştır. En azından daha az insanmerkezli mekanlardır.
Bu noktada özellikle Halim Şefik, Melih Cevdet Anday, Ahmet Oktay, İlhan Berk, Süreyya Berfe, Sina Akyol, Azer Yaran, Ahmet Erhan gibi şairler yaban konusunda benzer bir tavrın izini sürmüşler ve yabanın araçsallaştırılmasını ve insan egemenliğini (Bu tam anlamıyla insan egemenliğini reddetme olarak kabul edilemez ama zayıflatılmış ya da daha az insan merkezli bir dünya arzusunu dillendirdikleri, ifade ettikleri iddia edilebilir.) büyük ölçüde reddetmişlerdir diyebiliriz. Bu dediğimiz daha sonra Şinasi Tepe, Elif Sofya, Murat Esmer, Arsen Everekliyan gibi şairlerin şiirleriyle radikal bulunabilecek bir karşılık bulacak ve kendini bir uçtan aşırılaşmaya da açacaktır.
Her canlı, dünyaya kendi hayatını yaşamak için gelir ve bu sözcüğün tam anlamıyla birlikte yaşanan/yaşanması gereken bir hayattır. Bu yüzden hayat dediğimiz şey yalnızca insanlar arasında ve tek onların yaşadığı bir şey değildir. Bütün canlıların yaşadığıdır, hayatıdır. Bu düzen insanla birlikte büyük ölçüde bozulmuştur. Aynı şekilde duygu ve acı gibi şeyler yalnızca insanlara ait onların duydukları, tepki verdikleri şeyler olarak kabul edilemez.
Biz bunun en iyi örneğini insanların evcilleştirdiği ve onların da insanlarla yaşamayı tercih ettiği at, eşek, katır, bardo, sığır, manda, koyun, keçi kedi, köpek ve kuşlar da görürüz. İnsan olmayan hareketsiz canlıların zulüm ve kıyım karşısında duyduklarını dile getirmek, ifade etmek de insanlara kalmıştır/ düşmüştür. Süreyya Berfe de özelikle ikinci dönem şiirleriyle kendi demesiyle şiir bile saymadığı şiir çalışmalarıyla hem bu sürecin peşine düşmüş hem de onun bugündeki sonuçlarını kimi zaman kaygıyla kimi zaman tam bir itirazla ortaya koymuş ama daha çok sorular sormuş, tanıklıklarını paylaşmıştır.
Bu ekopoetik şiirin ilgilendiği bu süreçtir. Süreyya Berfe yazıp söyledikleriyle hem bu süreci dillendirmiş hem de dünyanın hali karşısında tam bir huzursuzlukla ve kaygıyla hayatını yaşamıştır. Süreyya Berfe yazdıklarıyla bu noktada insanlar ve insan olmayan insanlar arasındaki kardeşliği ve bunun ürettiği duygudaşlığı ima ve ifade eden bir şiirin şairi olmuştur.
İnsan ve insan olmayan canlılarla insanmerkezliliği reddeden bir dünyayı tekrardan oluşturmak -Giorgio Agamben’in insanın insanlığına dönmesinin öyle kolay olmayacağını ısrarla belirtmesine rağmen- ve orada birlikte yaşamak daha doğrusu tekrardan inşa etmek, canlandırmak, tasarlamak hem ekopoetik şiirin hem de ekoeleştirinin gelişmesiyle ancak mümkün olabilir görünüyor diyerek bitiriyorum.
Dipnotlar
*Başlıktaki ‘Dünyadan Alıntılar’: “Rasgele yazdım/dünyadan alıntılar denebilir belki/ çekinme hadi”, Keşke, her gölge titrer, YKY, Nisan 2015, İstanbul s.39
1. Süreyya Berfe’nin Yeni Dönemi, Kopuk Zincir, Metis Yayınları, 2012, İstanbul, s.191.
2. Metin Cengiz Süreyya Berfe’nin ikinci dönem şirini Nabiga ile başlatıyor.
3. Orhan Koçak, İlhan Berk’in Poetikası Üzerine, Kopuk Zincir, Metis, Nisan 2012, İstanbul, s.156
4. İlhan Berk’in Poetikası Üzerine, Kopuk Zincir, s.156-157
5. İlhan Berk’in Poetikası Üzerine, Kopuk zincir, s.156
6. Şimdi durup durmadığını pek bilemesem de iki binli yıllara kadar kasabanın Selahattin Baydan’ın oluşturduğu çok özgün bir kütüphanesi de vardı.
7. Benim Selahattin Baydan ilk karşılaşmam bir kitabevinde olmuş ve bu daha sonra iş gereği Gömürgen’de tanışmaya da dönüşmüştür.