Patricia Engel’in kendi deneyimlerinden ve başka göçmenlerin hikayelerinden yola çıkarak kurguladığı ‘Sınırsız Ülke’, göçmenlerin bireysel ve politik sorunlarını çırılçıplak sunan otuz bölümden oluşuyor.
‘Sınırsız Ülke’, Kolombiya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne çalışmak için giden bir ailenin yaşadığı zorlukları, çarkın aleyhlerine işlediği olayları, var olma mücadelelerini ve boyun eğmek zorunda kaldıkları ırkçılığı sarsıcı biçimde ele alan, Goodreads 2021 listesinde en iyi on roman arasında yer almayı da başarmış yetkinlikte ve Kolombiya’nın mitlerini sayfalar arasında bulabileceğimiz derinlikte bir kitap.
Mi patria es la tierra.*
*BENİM VATANIM TOPRAKTIR.
‘Sınırsız Ülke’nin sayfalarını Arturo Salcedo Martinez’in ‘mi patria es la tierra,’ epigrafıyla açıyor Engel ve sonrasındaki şu ilk cümleyle Talia’nın hikayesini başlatıyor: “Rahibeyi bağlamak onun fikriydi.”
On üç yaşındaki Talia’nın genç suçluların tutulduğu ıslahevinden kaçışıyla başlayan roman, çok geçmeden geçmişe doğru aralanan pencereden, bizi Talia’yı ıslahevine götüren tekinsizlikteki olaya, ardından anne babasının ilk tanıştıkları zamanlara, aşklarına, göçmen olmaya karar vermelerine ve sonrasında yaşadıkları acılara, ayrılıklara, hayal kırıklıklarına götürüyor.
Talia’nın ailesinin içinde bulunduğu durumu anlayabilmek için öncelikle Kolombiya’nın yakın tarihine bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Güney Amerika’nın en kalabalık ülkelerinden biri olan Kolombiya, birçok dilin konuşulduğu, 1500’lü yılların hemen öncesinde İspanyolların sömürgeleştirdiği bir ülke. Öyle ki Engel, Talia’nın anne babasının tanıştıkları ilk zamanları anlatırken şu sözlere yer veriyor: “Bu dağlar ve kuru vadilerdeki herkes katledilip zorla yerlerinden edilen yerli halkın torunlarıydı. İstilacılardan, onlardan çaldıkları için nefret edebilirlerdi ama ilk istilacıları bilinmeyen yerleri keşfetmeye iten genlerle aynı genleri taşıdıklarını inkâr edemezlerdi. İspanyollar topraklarını işgal etmiş ve adını Nueva Granada koymuşlardı.” Kolombiya’nın İspanyolların hegemonyasındaki, işgal altındaki günleri böylece başlıyor ve 1960’lı yıllara gelindiğinde silahlı çatışmalar ile politik şiddet baş gösteriyor. Engel’in roman kahramanları, Talia’nın anne babası olan Elena ve Mauro’nun tanıştıkları ve ilk çocukları Karina’yı kucaklarına alarak Kolombiya’dan, Kuzey Amerika’daki Birleşik Devletlere gitmeleri, tam da bu zamana, iki binli yılların başlarına denk geliyor.
Birleşik Devletlere gitmeden önceki zamanlarına baktığımızda, kendi ülkelerinde proletarya olmalarına rağmen Elena ve Mauro’nun yine de en başta bir Amerikan rüyasına kapılmadıklarını, yalnızca şartları kendileri ve çocukları için daha iyi duruma getirme amacında olduklarını görebiliyoruz. Bu da içinde bulundukları çaresizliği daha net biçimde anlamamızı sağlıyor.
Elena’nın annesi Perla’yı geride bırakarak Birleşik Devletler’e gitmelerinden hemen öncesinde Perla şöyle diyor: “İstediğimiz ülke bu olmasa da hak ettiğimiz ülke tam olarak bu.” Ve sonra Mauro şöyle düşünüyor: “İnsanı doğduğu ülkede yaşamaya mahkûm eden bir yasa yoktu. En azından henüz.” Bu cümleler, kitabın başındaki ‘Benim vatanım topraktır’a götürüyor bizi. Paylaştığımız, ötekine yasakladığımız, sınırlarla kuşattığımız toprak, hepimizin vatanı değil mi?
PARÇALANAN AİLE
DİASPORA: CİNSEL SALDIRILAR, IRKÇILIK, SINIR DIŞI
Geçmişe açılan katmanlarda, Mauro’nın babasına olan benzerliğinin onu, annesi tarafından sevilmeyen ve kötü davranılarak evden atılan bir çocuğa dönüştürdüğünü öğreniyoruz. Akabinde Mauro’nun Elena’yla tanışana dek süren hayatı; uyuyacak bir yer, sığınacak bir kapı, çalışacak bir iş aramasıyla geçiyor. Elena’nın ise görece iyi koşulları, annesinin evinin alt katındaki çamaşırhaneyi işletmesi ve kızını çok sevmesiyle şekilleniyor. Birbirine aşık olan bu iki genç insan, Mauro ve Elena; henüz evlenmeden ilk çocukları Karina’yı kucaklarına alıyorlar. Mauro’nın başka bir hayat düşlemi de Karina’nın doğumundan sonra başlıyor. Mauro, klasik göç hikayelerinde alışık olduğumuz şekilde, daha iyi para kazanmak için Kolombiya’dan daha iyi koşullardaki bir ülkeye çalışmaya tek başına gitmek istiyor. Ancak Elena bu fikre karşı çıkarak, henüz küçücük bir bebek olan Karina’yı da yanlarına alarak gitmeleri gerektiğini söylüyor. Böylece Birleşik Devletler’e gidiyor ve başkalarının evinde, tek odaya sığınarak, evin diğer bölümlerini ev sahipleri kullanmadığı zamanlarda kullanarak, Mauro’nın geçici işlerinden ellerine geçen paralarla geçinmeye çabalayarak yaşamaya başlıyorlar. Vizelerinin süresi dolduğunda önlerinde iki seçenek duruyor, ya Kolombiya’ya geri dönecek ya da Amerika Birleşik Devletleri’nde birer kaçak olarak yaşayacaklar. Elena ve Mauro ikinci seçeneği seçiyor ve ikinci çocukları Nando ile üçüncü çocukları Talia bu koşullarda, Birleşik Devletler vatandaşı olarak doğuyor. Resmi nikahları olmadığı için başka insanlarla evlenme ihtimalleri de aralarından biri tarafından reddedilince, önlerinde karanlık bir gelecek beliriyor. Şartlar tam da bu zamanda daha da ağırlaşarak, aileyi uzun yıllar sürecek bir ayrılığa, klasik göç hikayelerinin tersine işleyen bir sürece, aralarından ikisinin Kolombiya’ya dönmek zorunda bırakıldığı bir parçalanmaya ve kavuşmanın hayaliyle çıkılan yollara sürüklüyor.
Engel’in tanrısal anlatımı tercih ettiği ‘Sınırsız Ülke’de, kitabın ortalarında bizi bir sürpriz bekliyor. Birinci tekil anlatımla bizi karşılayan bölümde, anlatıcının karakterlerden biri olduğunu anlıyoruz. Bu noktada daha bireysel sorunlar, kimsenin görmediği cinsel saldırılar, ırkçı zorbalıklar, tehditler ve daha iyi bir hayat umuduyla çıkılan yolun karanlıkları gözlerimizin önüne seriliyor. Öyle ki uğradıkları haksızlıklara boyun eğmek zorunda kalan bu göçmenler, tüm bunlara kendileri için mi, yoksa ailenin diğer fertleri için mi katlanıyor, sorusu da yanıyor zihnimizde. Engel, bu sorunun cevabını satırlar arasına saklayarak veriyor bize.
OMAYRA SÁNCHEZ
Patricia Engel, ‘Sınırsız Ülke’nin ortalarına geldiğimizde Elena’nın kabuslarından bahsediyor ve bu kabusların merkezindeki Omayra Sánchez’i hatırlatarak, 1985’te Kolombiya’da gerçekleşmiş yanardağ faciasına götürüyor bizi. Çamurun, yağmurun içinde, bacakları evin çatısının altına sıkıştığı için günler boyunca işkence çeken ve kurtarılamayan Omayra’nın beyazlarına karanlık çöken gözlerini getiriyor akla. Elena’nın kabuslarında Omayra’ya dönüştüğünden veyahut onu kurtarmaya çalışan biri olduğundan bahsediyor. Ancak koşulların Elena Kolombiya’dan ayrıldığında ve Birleşik Devletler’e gittiğinde değiştiğine değinerek, Elela’nın hissettiği duyguları şu sözlerle anlatıyor: “Elena artık rüyalarında bu kızı kurtarmaya çalıştığını ya da bu kız olduğunu değil, yukarıdan dünyayı izleyen bir kuş ya da bulut olduğunu görüyordu… Elena uzaktan bakınca her şeyi görebiliyordu.”
Omayra Sánchez’i kabuslarında ağırlamaktan kurtulan Elena’nın, yaşadığı tüm mağduriyetlere, saldırılara, gasp edilen haklarına rağmen yine de kendini mağlubiyetlerinden kurtulmuş hissettiğini sezdiriyor yazar. Peki Elena’nın yaşadığı bir Amerika rüyası mı? Bence değil. Bana kalırsa, bu yalnızca Kolombiya kabusunun son bulması.
MİTLER, GERÇEKLER
“Mauro, Talia’ya Bochica’nın Chibchacum’u dünyayı sırtında taşımakla cezalandırdığını ve aslında hissettikleri her depremin, Chibchacum’un bu ağırlığın altında sendelemesinden kaynaklandığını anlattı,” diyor Engel, kitabın sayfaları arasına serpiştirdiği mitlerden birinde. Gerçekte ise tam olarak şöyle oluyor: “Sen de sırf o pislikler bana dayak atarken video çekip arkadaşlarına gönderdikleri için öğrendin. Sonra da videoyu sana gönderdiler ve eğer seni götten sikmelerine izin verirsen beni rahat bırakacaklarını yazdılar. Bana bunu anlatıp, yapacak bir şey olmadığını söylerken ağlıyordun.”
“İlk insanın Tanrı tarafından Âdem ve Havva olarak yaratılmadığını ya da dik durup yürümeyi öğrenen maymunlardan gelmediğini, dünyanın ayın vajinasına girmesi sonucunda ayın bir oğlan ve kız çocuğu doğurduğunu anlatmıştı,” diyor Engel bir diğer mitte. Gerçek ise çok daha sarsıcı olarak buluyor bizi: “Adam son kasılmalara dek homurdandı. Elena ne kadar zaman geçtiğinden hâlâ emin değildi. Belki birkaç dakika. Ama o çoktan ölmüştü, ruhu bedeninden ayrılmış, birkaç dakika önce olduğu kişinin kalıntılarını arıyordu. Adam üzerinden kalktığında, Elena arkasını montuyla örttüğünü hissetti. Pantolonunu, gerilmiş iç çamaşırını çekti. Neden diye sormayı başardı.”
GENELE BAKIŞ
Kitabın geneline baktığımızda Kolombiya’daki kötü yaşam koşullarını Birleşik Devletler’e gittiğinde bertaraf edememiş insanlara rastlıyoruz. Öyle ki aralarından biri geri dönmek zorunda olduğunda da kendi ülkesindeki hiyerarşiye maruz kalıyor. Bunun böyle olmamasının bir yolu var mıydı? Elbette. Göçmen olduğu ülkeden istediği parayı kazanabilseydi, kendi ülkesinde daha iyi koşullarda yaşayabilirdi. Veyahut kendi ülkesinde yeteri düzeyde eğitim alıp iyi para kazanabilecek duruma gelseydi ya da paraya doğuştan sahip olabilseydi, her şey başka türlü olabilirdi. Yani para, pek çok şeyi değiştirebilirdi. Patricia Engel, tam da bunu onaylar şekilde Elena’dan bahsederken şöyle diyor ‘Sınırsız Ülke’de: “Elleri nasır tutmuş, parmak uçları iltihaplanmıştı. Her evden otobüs durağına, oradan da eve yürümekten ayakları su toplamış ve sırtı ağrımaya başlamıştı. Ama para. Para her şeydi.”
Engel son bölümdeki Teşekkür’den önce ‘Sınırsız Ülke’yi şu cümlelerle bitiriyor: “Belki de ulus ya da vatandaşlık diye bir şey yoktur; belki sadece aile ve sevgi adına haritalara çizilmiş bölgeler, yani sınırsız bir ülke vardır.”
Rahimlerinde kaç çocuk taşımak istediklerine yalnızca kendileri karar verebilecek kadınların, aileyi dağıtmak için kurban seçilmemiş erkeklerin, birbirinden ayrı büyümek zorunda olmamış, ırkçılığa, darba maruz kalmamış çocukların, para kazanmak için başka bir yol bırakılmadığından bedenlerini satmayı düşünmeyen kızların yaşadığı başka bir dünya, sınırların kalktığı bir sonsuzluk var mıdır gerçekten? ‘Sınırsız Ülke’ mümkün müdür?
Bunu bilmemiz sanırım şimdilik olanaksız. Çünkü Patricia Engel’in ‘Sınırsız Ülke’de dediği gibi; “Anlatılan bir hayat, her zaman eksik kalacaktır.”